Kimsiniz: Öteki
Ağustos 2022 | Sayı 15 | Sayfa 03
Günsu Özkarar

Kimsiniz: Öteki

Köşedeki masanın üstünde Anmeldung yazılı bir plaket var. Anlamıyorum. Bu dili anlamıyorum. Sanki şehrin tüm ışığı o plaketi aydınlatmış. Geri kalan her yer karanlık. Karanlığın yarattığı kasvet ve oluşturduğu gri tonlar… Vize memuru dik dik suratıma baktıkça daha da geriliyorum. Gözlerim mi bozuldu son günlerde yoksa gerçekten de kasvetin tonları mı ele geçirmiş burayı anlamak zor…

Oturumumu uzatmak istiyorum. Bu cümleyi kekeleye kekeleye Almanca söylüyorum, zaten bütün gece çalışmışım. “Ich möchte, schuldigung, ich wole… Neydi ya?” Aslında söylemek istediğim başka bir cümle. “Daha fazla öteki olmak istemiyorum.” Bunu hiç kekelemeden bir anda söyleyebilirim söylemesine de acaba anlarlar mı ya da anlamak isterler mi. Biz, “Bizimkiler” dizisinin Dumkopf’uyla büyümüş bir nesiliz halbuki…

Vize memuru bana bir kağıt uzatıyor, kağıdın üstünde eksik bulunan bütün evraklar işaretli. Ne çok eksiğim varmış meğer. Nasıl bu kadar tamamlanabilirim ki? Hem de sadece bir yerde yaşayabilmek için? Ellerim hafif hafif titrerken, oturumumun da uzamadığını anlıyorum, kağıtlar elimde tir tir, işte şimdi olmaktan korktuğum konumdayım. Ötekiyim. Onların kararıyla ötekileşmişim…

Eve dönünce nişanlımla sevişemiyorum, “Sırtım çok ağrıyor” diyorum, “Masaj yapayım” diyor, beni yüz üstü yatırıyor, sonra popoma oturuyor ve masaja başlıyor. Çok da beni düşünerek yapılan bir masaj değil bu, sanki. Zaten sonra bir anda içime giriyor, sanki masajın parçasıymışçasına. Ben sadece uyumak isterken, o nasıl da mutlu! Tek taraflı sevişmesi ve benim sözde masajım bitince artık dayanamıyor ve “Konuşmalıyız.” diyorum.

“Konuşmalıyız.”

“We must talk.”

“Wir mussen sprechen.”

Her dilde söylüyorum. Böyle bir solukta, tek ton ve tınıyla… Sanki kapağı kapalı bir çamaşır makinasının içindeyim, dönüyor, dönüyorum. Nişanlımın başını bir yukarıdan, bir aşağıdan görüyorum. Kafası tersten düze giderken ağzı yavaştan açılıyor ve makinanın içine, tam da benim bulunduğum yere doğru kelimeler dökülmeye başlıyor. Islak, ıslak bir soru:

“Neyi?”

Açık unuttuğumuz pencereden bir rüzgar misafir oluyor o ağzını kapadığında odaya. Başta ağzından mı çıkıyor bu esinti diye bakıyor, sonra bulamayınca aynı esintiyi, dışarıdan gelen havayı algılıyorum. Aramızda tül perde uçuşuyor usul usul. Perdenin bu ahenkli dansından bir süre birbirimizi görmüyoruz. Perde sakinleşince şaşkın sorusunu cevaplıyorum.

“Ben döneceğim Türkiye’ye… Burada öteki olmaktan bıktım, oldukça güçsüz hissediyorum. Lütfen beni anla.” Aslında “Ne münasebet, ben varım.” demesini bekliyorum. Ama öyle bozuluyor ki, pek akıllıca laflar edecek gibi değil. Sanki rüyadayız da, bir sinek vızıltısına uyanıyoruz ve tekrar uyuyup, rüyada kaldığımız yere devam ediyoruz. Böyle katman katman, diyaloglar bıraktığımız yerden…

“Sen ne dedin?”

Vızzz…

Ah bu sinek yine uyandırdı beni hay aksi. Tam da önemli bir konuşmanın içindeydim. Şimdi rüyama ikinci boyuttan dalmam gerekecek.

“Diyorum ki…”

Aynı cümleleri tekrarlıyorum. Bu kez daha derinden ve uğultulu. Denizde daha derine dalmış gibi, kulaklar basınçtan yarı kapalı ama duyular daha açık.

Ama üçüncü boyuta rağmen, tam da düşündüğüm gibi oluyor, aynı anda salyası akıyor, gözü seyiriyor, çenesi titriyor.

“Daha iyi şartlarda yaşamamız için hiçbir şey yapmadın. Fırsatları bile kovalamadın.”

Vız…

Yine rüya bölen o sinek. Uyanıyorum, bir tane vuruyorum sineğe ve tekrar uyuyorum. Nerede kalmıştık?

Dönen çamaşır makinasının ardından nişanlımın dudaklarını okumaya çalışıyorum ve onun suçlamaları başlıyor. İçimden kendime “Yanılmadın.” derken, O aniden duvara bir yumruk atıyor ve ağzından tükürükler saça saça bağırıyor.

“Seni benim kadar sevecek birini mi bulacağını sanıyorsun?”

Cümlesini bitirirken elinden kanlar akmaya başlıyor…

”Kimse seni benim gibi sevemez.”

“Elini kanattın.” derken ağlamaklıyım. Son cümlesini anlamıyorum bile. Kimse onun kadar mı sevemez, kimse bana mı katlanamaz? Neydi şimdi bu. Çenesinin titremesi bir fay hattı gibi bana da sirayet etmiş durumda, benim de hem çenem hem kaşlarım titremeye başlıyor. Ne gibi fırsatlar bahsettiği anlamıyorum. Onun gördüğü dünya bende yok, benim gördüğüm dünyadan da o bihaber. Aramızda büyük bir deprem gerçekleşirken ben hayatta kalabilmek için önce bunu algılıyorum. Çünkü bazı şeyleri anlamak, acil durumlarda camı kırmakla aynı şey. Yine de yatıştırıcı bir özelliği de var sanmayın, yanılırsınız. Acı, o an onu hatırlatan diğer tüm anlarla içinizden delerek geçiyor ve delik deşik kalbinize çiziği isteye isteye atıyorsunuz. Çiziği veya çizikleri, benimki çizikler.

Kolay olmuyor ama beceriyorum, çünkü kararım kesin.

Nişanlımı bırakırken öteki olma hissini de bırakıyorum; öteki olma hissini bırakırken nişanlımı da bırakmış oluyorum ve bu yıllarca sürecek bir özlemin sadece başlangıcı oluyor. Elimden geldiğinde yumuşak yapmaya çalışıyorum bunu, masaj yaparken benimle sevişen adam olmasına rağmen, onu pamuklara sarmak isteyerek bir dolu da eşya bırakıyorum. Annelerden gördüm zamanında, beşiklere koyarlar ya öyle şeyler; biberon, emzik, bebek ağlamasın diye… Ben de nişanlımın ağlamasını engelliyorum.

“Bu da senin olsun, kullanırsın.” Eşyalarımı bir daha alamamak üzere bıraktıkça eksiliyorum. Üzerine bir de arpacık çıkıyor gözümde. Ayrılık anksiyetesi diyorlar bu arpacığa. Üstünden ağlıyorum, tepeden iniyor gözyaşlarım. Tepeden inme gözyaşıyla gerçek hüzün kaleleri yapamazsınız, yapamıyorum, lunapark gibi hüzünlerim diye neşeleniyorum.

Lunapark dünyamı keşfedince, nişanlımı tamamen unutmak için midir nedir bir daha uzak mesafe ilişkisine atlıyorum. Türkiye’ye dönmüşüm, bu kez de yurtdışında yaşayan bir adamla flörtleşiyorum. Başta arkadaşlarıma tövbe böyle bir şeye başlamam diyor, sonra kendimi adamın peşinden gitmiş buluyorum, geçmişimi telafi etmenin bir yolu bu. İkinci öteki olma ihtimalli hikayeme teslim, daha da büyük aşık oluyor ve kendi ağzıma sıçıyorum. Öteki olma hissinin yakında gelecek ikinci darbesiyle. Her şey sarpa sarıyor. Bu kez oldu, artık öteki değilim, ait hissedebiliyorum derken o da beni bırakınca ölmüş gibi oluyorum ya da ölmüş kadar. “En sevdiğin arkadaşınla vakit geçir” diyor. Ölme, yaşaman için sana mutlu olduğun şeyleri hatırlatmak istiyorum demenin bir yolu bu.

O sıralar A. en sevdiğim arkadaşım, sanıyorum ki onun dediklerini yaparsam bana geri dönecek. A.’ya görev bilinciyle o kadar yakınım ki her şeyime şahit oluyor. Sonra da onun peşinden Ada’ya geliyorum ama ne oluyor, bu kez de onun eski sevgilisiyle sevgili oluyorum. Yeni aşk acımda da nur topu gibi bir ötekiyim. Hemen ayrılıyoruz. Aynı yere kaç kez dikiş atabilirsin, daha kötü sökülüyoruz…

Yine her sabah aşk acısı ve derin pişmanlıklar, en bildiğim yerden. “Bir daha olmayacak, ben o defteri bir kez kapadım, bana ayrılan süre doldu” hissi. O his, o günden sonra kurduğum tüm ilişkilerde, en ufak ayrılıkta, özensizlikte, istemediğim bir sözü işittiğimde depodan çıkıyor içime doluyordu. Sonradan okudum bir yerde ismi “onsra” imiş bu hissin. Oksijen tüpünden solur gibi soluyordum onsrayı. Hisler de bir hava ve havada da his var. Ne kadar enfes ya da işte kova burcuyum diye bunlar, burç saçmalıkları…

Aslında sözü dolandırmaya gerek yok. Zihnimin kapalı çekmecelerinde eski nişanlımın kimsenin beni onun kadar sevmeyecek olduğuna dair o zehirli söylemi var. Böyle büyük bir lafı ettiyse, vardır bir bildiği. O sevgi bir daha yaşanmayacakmış ama bunu konuşmaktansa burcumun özelliklerinden konuşmak çok daha kolay. Yine de burçların da bir tadı tuzu var.

Havaya karşı duyarlılığım da burcumu merak edince başlıyor zaten. Aradan seneler geçiyor ama onun kokusu arada burnuma doluyor, anlıyorum ki o koku bana bu aşktan miras. Bazen havaya karışarak, bazen havadan ayrışarak. Zihnimi boşaltmak ve her şeyi unutmak istediğim bir gün koşarken arkadaşı ile karşılaşıyorum, uzaktan merhabalaşıyoruz. Böyle bir anda dank ediyor kafama. Ben aslında her şeyi onu unutmak ya da kazanmak için yapmıştım, unutmak ya da kazanmanın arası yok, ikisi mühim, ancak biri olabilir. Ada’ya taşınma sebebim de o. Sebep o ama ben yine de ötekiliğime dönmüşüm, ne tam unutabilmiş, ne kazanabilmişim. Ada‘ya ait olmak için gelmişim, kaybettiğim aidiyet duygusunu artık ceplerime peşin peşin doldurmak ve bugüne dek yaşadığım sıkıntılara set çekmek için ama yine kim bilir belki de alışkanlıktan bir dolu şey yaşamışım ve dönüp dolaşıp eski nişanlımın suçluluk duygusu ağına takılmışım. Göğsümde geceleri fosforlu bir Anmeldung yazısı. Sızım sızım ve sarı sarı aydınlatıyorum gırtlağımı.

Ötekiliğimi unutmak için geldiğim yerde yine İsviçre’de gibi hissetmeye başladım. Sanki o kapıdan yeni çıkıyorum, sanki eski sevgilim bıraktığım odada yeni ağlıyor ve ben bir erkeğin gözyaşları karşısında paslı bir demir gibi kala kalıyorum, sanki ondan sonraki sevgilimle hiç tanışmadım, o büyük aşk hiç yaşanmadı sanki. Sanki’ler… Ama kokusu burnumda. Kimsede daha önce duymadığım o koku, aidiyetin kokusu. Ben o kokuyla örtünüp uyumuştum kaç kez onunla…

Niye bitti, ikinci denemem de neden elimde patladı, neden aile aidiyetine kavuşamıyorum, tam kavuştum derken neden çemberden atılıyor ve tekrar kaybediyorum, nerede atılıyor bu düğüm, atan kaçtıysa kim çözüyor? Sorular, fosforlu Anmeldung yazısı yanıp sönüyor gırtlağımda.

“Ne kadar paranız var?”

“Nerelisiniz?”

“Ne için geldiniz?”

“Ne kadar kalacaksınız?”

Bitmeyen sorular; gırtlağımdan saç diplerine ayaklarımdan gözlerime, görülmek için kıvranıyorum. Ama kızgın, ama görmeyenler adına da mahcup. Tökezlemiş ve merdivenlerden paldır küldür düşmüş gibi. Oysa yazık ki kaçış yok. Her yerde ötekiyim. O kokuyu duyarken de, kokunun huzuruyla yatakta sarılmış uyurken de, eski nişanlımla kurduğumuz o evden hiçbir şey almadan çıkarken de. Kalbimdeki masaların Anmeldung yazılı tüm plaketlerinde. Yüzüme bakan vize memurun tüm aşklarında... Bu benim hüzünlü gerçeğim. Öteki olmakla iç içeyim. Yabancı veya kadın; ham ve dolaysız. Dileklerin seneler sonra gerçekleşebildiği ve artık dilek olmaktan bile çıktığı bir çağda ancak bu kadarı olabiliyor çünkü, bilincindeyim.

In the Conservatory
        Édouard Manet